Meydan okur resim zamana, mekana ve akla. An durur, akamaz. Cercevesinin icine sikisir dakikalar, asirlar. Mekan asili kalir, kendisinden farkli, degismis. Akil bulamaz kelimeleri anlatamaz kendini. Ben yine de kendimi anlattım. Gördüğüm yüzleri, bende bıraktıkları desenleri,duyurdukları hisleri çizdim. Okyanusun ötesinden resmettim bu küçük adayı ve insanlarını.
Bizden çok uzak mekanın bize ne kadar yakın insanları. Renkler, sesler, kokular değişiyor. Ama insan değişmiyor. Aynı insan. Kötülükleri aynı. Sevimsiz, aceleci, açgözlü, saygısız, bencil insan. Oturan yerini vermez, kalkan yolunu vermez, konuşan sözünü vermez. Bizim insanımız gibi, kimse kimseyi dinlemiyor, ama herkes bir şeyler anlatıyor. Akılsız insan.İyilikleri de aynı insanların. Güler yüzlü, merhabacı, meraklı, ilgili, kahkahalı, hafif… Bazıları var ki leb demeden leblebiyi anlıyor, bazıları sen istemeden yardım ediyor, bazıları istiyor ama edemiyor İnsanlar aynı ama okyanusun bu tarafına gelince mekan değişiyor tabi ki. Zaten insanları da değiştiren mekan. Neden siyahi bu kadınlar? Bu küçük kız? Neden kıvırcık herkes? Çünkü güneş yakıyor, çünkü rüzgar farklı esiyor, çünkü Allah baba burayı böyle yaratırken, burada kim yaşayacaksa buraya benzesin demiş.Küçücük bir ada haritada. Neredeyse görünmüyor bile. Çakıl taşı demezsin, hayatında hiç duymamışsındır belki.
O kadar küçük ki, kasırgalar gelince, meteoroloji haritalarında ada kayboluyor, görünmüyor hiç o koca bulut spiralinin altında. Kazanındaki mesir macunu gibi sarıyor adayı, boğuyor.İnsanlar evlerinde. Acil durum ilan ediliyor, sokağa çıkma yasağı… Rüzgâr deviriyor ağaçları, direkleri, duvarları, evler uçuyor, köprüler yıkılıyor… Sonra orospusunu bırakan hayta herif gibi yok olup gidiyor, masanın üstünde para yerine bir darma dağınıklık. Ama olsun, buranın insanı vazgeçmiyor buradan. Sıvıyor paçaları, sıyırıyor kolları, başlıyor yeniden yapmaya, bir daha ki kasırgaya kadar. Bitmek bilmeyen bir dönence. Doğa yıkıyor, insan yapıyor. İnsan yapıyor doğa yıkıyor. Kargalar şaşkın bakıyorlar insana. “Gak” diyorlar. “Nasıl yılmadan, usanmadan yıkılanı yapıyor, yapılanı yıkıyor insanlar”. “Gak” diyorlar; “bu kadar karmaşa, bu kadar kargaşa”, konuşuyorlar kargaca. Uzaktan her şey ne kadar güzel görünüyor. Küçükken bayılırdım, akşam yolculuklarında, otobüsle Güney’e giderken mesela, gece karanlığında evlerin pencerelerinden parlayan ışıklara bakmaya. Ne güzeldi uzaktan seyretmek, adak mumları gibi yanan o ışıkları. Acaba mutlular mıydı insanlar? Acaba huzur dolu muydu evin babası? Ya evin annesi, mutlu muydu. Mutlu muydular çocuklar? Sıkıntıları var mıydı? Hiç sıkıntıları yoktu öyle uzaktan bakınca. Ne babanın hesaplar vardı kafasında, ne annenin sıkıntıları, ne de çocukların üzüntüleri. Öyle uzaktan, ne kadar da hoş ve huzurlu gözüküyordu evler.
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Ben nenemi sallar iken, nenem beni dinler iken, çok uzaklarda yaşayan bir yıldızın hikâyesi çıka gelmiş meydana. Minik bir yıldız yanıp yanıp duruyormuş öyle evrenin bir köşesinde.
Aynı bu küçük ada gibi, okyanusun bir kenarına sıkışmış küçük kaya parçası. Çok uzaktan gördüğü diğer yıldızlara bakıp hayaller kurarmış minik yıldız. Benim de gezegenlerim olsa, etrafımda dönseler, bana tapınsalar, ben de onlara ışık olsam. Evreni karanlığından kurtarsam, ısıtsam onları, enerji versem, canlandırsam onları, diye düşünüp duruyormuş. Birgün artık canına tak etmiş! Bakmış her yıldızın bir sürü arkadaşı var, seveni var, karar vermiş, toplamış bütün gücünü ve evrenin içinde kendine gezegen arkadaşlar bulmak için yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz galaksilere gitmiş. En sonunda koca bir yıldızın yanına gelmiş. “Ey güzel yıldız, alevli yüce yıldız, bana yardım et, gezegenlerinden birazını bana ver, beni yalnızlığımdan kurtar”, demiş. Koca yıldız hiç tereddüt etmeden vermiş en gözde iki gezegenini. “Al bakalım küçük yıldız, sana en gözde üç gezegenim. Onlara iyi bak. Sakın fazla ısıtma, ne de fazla uzaklaş onlardan. Dikkat et, özenli ol, onları kaybedersen bu koca evren de, bulamayız”. Küçük yıldız çok mutlu olmuş. Türlü türlü teşekkürler etmiş. “Sen hiç merak etme Koca Yıldız. Onlara gözüm gibi bakacağım” demiş. Üç gezegeni de yörüngesine katıp evinin yolunu tutmuş. İlk başlarda gezegenler ve minik yıldız çok mutlularmış. Birbirlerine hikâyelerini anlatıp duruyorlarmış. Oyunlar oynuyorlarmış. Minik yıldız gözlerini kapıyormuş, üç gezegen saklambaç oynuyormuş, her biri kendi yörüngesinde, dönüp duruyorlarmış neşeli neşeli. Gel zaman git zaman minik yıldızın ışıkları yetmemeye başlamış en uzaktaki gezegene. Gezegen “eğer daha fazla ışımazsan seni terk ederim demiş”. Minik yıldız başlamış daha fazla ışımaya. Bu sefer de yakın yıldız sıcaktan kavrulmaya başlamış, “eğer durulmazsan, terk ederim seni demiş”. Çok sevdiği gezegeni kıramamış, alçaltmış ışınlarını. Bunun üzerine uzak gezegen eski yıldızına kaçmış.
O gidince diğer iki gezegen de eski evlerine dönmüşler. Bizim minik yıldız yine yalnız kalmış. Ama artık yalnızlığını kabullenmiş. “Zorla güzellik olmaz”, demiş, “ben kendimi olduğum gibi kabul etmezsem, kim beni kabul eder ki” demiş. Evet, minik yıldız büyümüş artık, ve büyük kütlesi çoook uzaklardaki başka gezegenleri çekmeye başlamış kendisine. Yolu, aklı, kalbi, ruhu açık olsun.